JEOPOLİTİK ANTROPOLOJİ: TOPLUMSAL YAPI NASIL KORUNUR VE BİR TOPLUM NASIL BİRLEŞİR?
Doç. Dr. Güray ALPAR
Sosyal ve Kültürel Antropolog
Başarılı bir kültürün en temel fonksiyonlarından birisi birleştirici olmasıdır (Malinowski, 1992:24). Öyleyse bir kültür nasıl oluyor da çatışmacı ve birbirini parçalayan bir yapıya dönüşebiliyor ve sonunda kendisini yok edebiliyor?
Jeopolitik, bir ülkenin coğrafi konumu ile o ülkenin sosyal, kültürel, tarihi, ekonomik ve siyasi yapısı arasındaki bağın incelemesini ve ortaya çıkan gerçeklere göre politikaların oluşturulmasına yoğunlaşan bir bilim dalı olarak şüphesiz bir insan ve kültür bilimi olan antropoloji ile yakın ilişki içerisindedir. Biz bu bilim dalına “jeopolitik antropoloji” ismini uygun gördük.
Şüphesiz bu alan derinliği olan bir bilgiyi ve uygulamayı gerektirir. Bilgi, varlığı ve olayları sadece dıştan gözlemekle yetinmemeli, ona katılmalı ve onunla bütünleşerek çözümlere odaklanmalıdır. Sorunlar her zaman olabilir ancak her sorun zaten kendi içinde çözümü de barındırır ve uygun bir yöntemle bu çözüme ulaşmak her zaman mümkündür.
Diğer taraftan anarşizm, bir toplumda otoritenin, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimleriyle bertaraf edilmesini savunan bir terim olarak, düzenin adaletsiz bir şekilde güç sahipleri lehine hareket ettiği, haklının güçlü karşısında savunulmadığı, bireyin keyfinin esas alındığı bir yapıyı ortaya koyar (Avrich, 1996). Oysa adaleti esas alan ve yayınlandığı günden beri (1762) toplumların bir arada barış ve huzur içinde yaşayışlarına ilişkin en temel düşünce eserlerinden birisi olma özelliğini taşıyan “toplum sözleşmesi”nde, toplumdaki herkes bir anlaşma ile haklarını ve varlıklarını devlet denilen bir mekanizmaya devretmiştir. Rousseau’ya göre, öyle bir toplum biçimi olmalı ki, üyelerinin her birinin canını, malını ve haklarını ortak bir güçle koruyup savunsun ve orada herkes hem herkesle birleşsin hem de özgür olarak kendisi olarak kalsın (Rausseau, 2006). Peki böyle bir düzen nasıl oluşturulabilir?
Genelde filozofların üzerinde birleştiği ana nokta “akıl” olmakta ve akıl temelinde toplumsal düzen oluşturma üzerinde yoğunlaştıkları görülmektedir.
Mantık ve epistemoloji (bilgiyi inceleyen bilim) üzerine de eserler veren gökbilimci, filozof ve bilim insanı Farabi (872-950); “Bir şeyin bilgisi ya akıl kuvvetiyle ya da tahayyül kuvveti ile elde edilebilir” demişti (Farabi, 2004:35).
Alman Felsefesinin kurucularından birisi olarak kabul edilen Immanuel Kant’a göre (1724-1804), sürekli barış içinde olan bir toplum yapısı ancak insana bir varlık olarak değer vermekten başlar (Kant, 1995: 50-55). Bu noktadan başlayarak toplumda adalet duygusu gelişir ve toplum giderek istenilen kalkınma ve huzur için dinamik bir yapı kazanır.
Yine Popper’a göre, insan sürekli daha iyi bir dünya arayışı içerisindedir. Ancak genelde insanlar daha iyi bir dünyayı; ortak tehlike, ortak sevinç ve kabilesel bir anlayışa dayalı kapalı bir toplum içerisinde ararlar (Popper, 2001: 39). Oysa bireylerin kişisel karar verme durumuyla karşı karşıya kaldığı işbölümünün ve bağımsız toplumsal ilişkilerin gerçekleştiği açık toplumlar, kurumları kutsanmış olan kapalı toplumun tersine, üyelerini statü yarışmasına açar (Popper, 1994: Cilt 1). Bir toplumun üyelerinden bazılarına, her ne mazeretle olursa olsun, ayrıcalık ve öncelik tanıyarak daha fazla hak edenden öne çıkarması ise; adaleti, hukuku ve geleceğe dair ümitleri ortadan kaldırarak, orta ve uzun vadede o topluma yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisi haline dönüşür.
Açık bir toplumda akıl her zaman ön plandadır ve bu hem güvenlik hem de özgürlüğü sağlamada başarılı bir şekilde kullanılabilir (Popper, Cilt 1, 1994: 189-192). Bunun yanında akılcılık, sadece kendi sesimizi duyurmak değil, aynı zamanda karşımızdakinin düşüncelerini ve haklarını da savunmakla yakından ilgilidir (Popper, 1994, Cilt 2: 1-2).
Akıl ya da akılcılık aynı zamanda, eleştirel düşünce ve tartışmaya açık olmak demektir. Bu suretle başkalarından da bir şeyler öğrenebilir ve konunun değişik yönlerini ortaya koyabiliriz. Oysa sadece kendi düşüncelerine odaklanmak, bir süre sonra düşünce kısırlığı ve körlüğüne yol açar. Bu da bir toplum için zaman içerisinde tehlike demektir. İnsanlar giderek birbirini tanımaz ve birbirine saygı duymaz hale gelir ve birbirini önemsemez.
Sosyal bilimciler bunu toplumsal yapının herhangi bir noktasına odaklandıklarında rahatça gözlemlerler. Bu aileden başlar, toplumun üst kesimine doğru devam eden çizgide sürer. Böyle toplumlarda aile yapısının bozulması, nesiller arasındaki farklılıklar, komşuluk ilişkilerinin saygısızlığa dönüşümü, trafikte ve sokakta kendi kurallarını oluşturma ve başkalarını yok sayma ve kendisinden başkasını tanımama gibi davranışların toplumsal yapının kılcal damarlarına doğru bir virüs gibi yayıldığı görülür.
Bu yapıyı inceleyen bilim dallarından birisi de kültürel ve sosyal antropoloji’dir. İnsandan başlayarak, toplumsal yapının kültürel örüntülerini ve aksayan yönlerini ortaya koyan önerilerde bulunur. Ama nedense az gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda antropoloji bilimi bir şekilde yok edilerek veya baskı altına alınarak ortadan kaldırılmaya ve önemsizleştirilmeye çalışılır. Bunun istisnaları da şüphesiz vardır. Bazı akademisyenler neredeyse bütün zamanlarını araştırma alanlarında, insanlarla birlikte geçirir, toplumsal yapıyı derinliğine analiz eder, mantıklı ve bilimsel öneriler ortaya koyar ve karar alma mercilerine yararlanmak ve uygulanmak üzere sunar.
İster sosyal isterse kültürel antropoloji olsun, alan araştırmaları sonuçları itibarıyla disiplinler arası bir çalışmayı gerektirir. Jeopolitik antropoloji denilen bu alan kültür ve tarih yanında jeopolitiğin diğer alanlarını da kapsar ve toplumsal yapıdaki birleştiricilik için oldukça önemlidir.
Bir sosyal yapıda ortaya konulması gereken en önemli konu bizim “duygu kültürleşmesi” olarak isimlendirdiğimiz kültürel örüntüdür. Bir ülkede bir arada yaşayan insanlar bazı yönleri farklı olsa da ister istemez “kültürleşmenin” etkisi altında, zamanla aynı şekilde aynı şeylere sevinen ve hüzünlenen ve en önemlisi benzer durumlarda benzer tepkiler veren gruplara dönüşürler. Bu ise bir toplumda, bölünmelere sebebiyet veren ayrışmalardan ziyade, üzerinde alan araştırmalarıyla yoğunlaşılması gereken toplumsal bir zenginliktir. Oysa genelde benzerliklerden ziyade farklılıklar üzerine yoğunlaşan araştırmalar desteklenerek toplumsal yapı olumsuz yönde harekete geçirilmeye çalışılır ve benzerlikler bir tarafa bırakılarak farklılaşmalar teşvik edilir.
Antropoloji ve bilgi, pratik anlamda uygulama alanına konulmadığı sürece bir anlam ifade etmez. 1964 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü reddeden, Jean-Paul Sartre’ın (1905-1980) vurgusu da antropolojiyi uygulama alanına koyma düşüncesine dayanır. Akıl, “bilgi ile varlık” düşüncesi arasında kurulan ilişkilerden birisidir ve insanı, insana ilişkin bir nesneyi ya da insanlar topluluğunun inceleme hakkına sahip olmadığımız sürece, antropoloji sadece karışık bir bilgiler ve çıkarımlar yığını olarak kalmaya mahkumdur (Sartre, 1985, Cilt I: 15-16).
İnsan kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Santre’ye göre insan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İnsanın, içinde bulunduğu koşullar altında yaptığı tercihler, onun kim ve ne olacağını belirler ve yaşam onun özgürlüğü içinde kendi değerlerini oluşturma sorumluluğuna dayanır. Öyleyse insanı ve toplumu anlamak, bilgiyle insan gerçekliği arasındaki bağlantıyı kurmak ve temellendirmeye dayanır.
Böylesi bir temel ve bağlantı sağlamak yanında sağlıklı bir toplumsal yapıyı oluşturmak ise ancak sosyal ve kültürel antropolojinin, jeopolitik alanla bütünleşmesi ve bu alandaki konularla ilgili pratik çalışmaları ortaya koyması ile mümkün olabilecektir.
Kaynakça:
Arslanel M. Nazan & Eryüzel Uğur. (2011). Modern Devlet Anlayışının Felsefi Temellleri, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 15 (2). ss. 1-20.
Avrich, Paul. (1996). Anarchist Voices: An Oral History of Anarchism in America, Princeton University Press 1996.
Bronislaw, Malinowski. (1992). Bilimsel Bir Kültür Teorisi, Çev. Hüseyin Portakal, İstanbul, Kabalcı Yayınları.
Kant, I. (1995). Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İoanna Kuçuradi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları.
Popper, K.R. (2001). Daha İyi Bir Dünya Arayışı, Çev. İsmail Aka, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Rousseau, Jean-Jacques. (2006). Toplum Sözleşmesi Du Contrat Social), Çev. Vedat Günyol, Ankara: İş Bankası Kültür Yayınları.
Sartre, J.P. (1985). Critique de la raison dialectique (Diyalaktik Aklın Eleştirisi), Paris: Editions Gallimard.